DUYGULARIN KONTROLSÜZ SİLAHI ÖFKE
DUYGULARIN KONTROLSÜZ SİLAHI
ÖFKE
Prof. Dr. Bayram Ali ÇETİNKAYA
Öfke, hayatın “doğal” bir parçası gibi sürekli karşılaşılan ve muhatap olunan, bazen de fâili olduğumuz bir “akıl tutulması” halidir. Engellenme, incinme, tahkir, ciddiye alınmama, tehdit, şantaj ve gözdağı gibi olumsuz hallerin âdetâ “zorunlu” bir sonucu olarak ortaya çıkan tepkisel bir hareket ve tavırdır. Gösterilen tepkiler, saldırganlık, kızgınlık, hışım, hiddet, şiddet, gazap ve zulüm gibi orantılı ve orantısız şekilde tezahür eder.
Öfkeli olma hali, tıpkı “buharı alınmamış düdüklü bir tencerenin” kapağını açtığınızda ani bir basınçla istenmeyen hallerin zuhuru gibi, beklenmeyen ve istenmeyen reaksiyonlara sebep olabilir. Pişmeye yakın bir yemek nasıl ki, “tavını ve tadını” almaya yaklaşmışken, soğuk su ilave edildiğinde heba olursa, öfke de dostluk ve muhabbet inşaatlarını yerle bir edici bir kasırganın vereceği zararı verir.
Nasıl ki, “soluk soluğa süratle koşan, (koşarken ayaklarını) vurarak ateş çıkaran” atları kontrol etmek zor ise, öfkenin dizginlenmesi de bir o kadar kudret ve sabır ister. Öfke, aklî melekeleri zâyi ettiği için, tamiri güç olabilecek söz ve fiillerden şiddetle kaçınılmalıdır.
Modern insan, narsist (benmerkezci) ve bencil vasıflarıyla her an öfkenin boyunduruğuna girecek bir ruh halini yaşamaktadır. Buna gurur, çıkar, hırs ve ihtiraslar eklendiğinde, öfke ve asabî tavırlar, tüm benliği ve nefsi emri altına alıp onu bir köle gibi yönetmeye çalışmaktadır. Öfke, kişiye hükmetmekle yetinmeyerek başkalarına karşı şiddete başvuracak kadar akıl dışı fiillere yöneltmek ister.
Kızgınlık, damarların taşımayacağı kanı pompalayarak gerilim ve gerilmelere sebep olur. Aklın ve vicdanın merkezleri beyin ve kalp, gıdası ve enerjisi/yakıtı olan kırmızı hayat suyunu yeteri kadar alamamanın verdiği sıkıntıyla görevlerini hakkıyla ve tam bir şekilde ifâ edemezler.
Öfke yağmuruna tutulan akıl sahipleri, bu hallerin esiri olmuşken, hayatî olan ve hayatî olmayan kararlar vermemelidir/almamalıdır. Aksi takdirde önü alınamayan ve tamiri mümkün olmayan olaylara ve duygulara sebebiyet verebilirler. Hükümdar, kral ve yöneticiler, öncelikle kendileri için, sonra da halkı/tebaası için öfke kararlarının altına imza atmamalılar.
Hukuk ve adaletin tecellisi için, Hakk’ın hükmettikleriyle hakikatin hayata geçirilmesi elzemdir. Sinir ve gazap halinde verilen karar ve hükümler, zulmün işaretlerini taşırlar. Hukuk ve adaletin muhafızlarının, zâlim ve mazlumlara hakikatin nurlu yargısını -asabilikten uzak bir şekilde- ulaştırmaları erdemli bir toplumun gereğidir.
Atılan okun yaydan çıkması, hedefe ulaşmanın önünde bir engelin kalmaması demektir. Öfke ve gazabın eylemleri, telafisi olmayan ve geri dönülmeyen/döndürülemeyen menfi neticelerin tahakkukuna yol açabilir. Akıl, ruh, vicdan ve kalbin dingin olması, her türlü negatif unsurlardan âzade olması, hak ve hakikatin gerçekleşmesi için en iyi vasatı ortaya çıkaracaktır.
Pişmanlığın ve “keşkelerin” yaşanmaması için, denge ve ölçülülüğün limanlarında dinginliğin bereketinden nasiplenmek “hayrın gerçekleşmesi” için verimli kapıları açacaktır.
Öfkeyi başlamadan ve başlangıçta engellemek gerekir. İleri aşamalarda yaydan çıkmış ok gibi geri alınamaz. Günlük hayatta karşılaşın olaylar, öfkenin ve sinirliliğin ağır bedellerini bize yaşatmakta ve göstermektedir. Trafikte ani hareketler, fırsatçı hamleler ve haksız yol gaspların sonucunda ortaya çıkan öfkeli çıkışlar, ölümcül örneklerin yaşanmasına sebebiyet ver(ebil)mektedir. İşte öfkenin kızgınlığıyla aklî melekelerini yitirenlerden iki örnek olay:
“Adana'da trafikte çıkan tartışmanın silahlı kavgaya dönüşmesi sonucu 2 kişi öldü, 1 kişi yaralandı. İki grup arasında trafikte çıkan tartışma Yüreğir ilçesi Sinanpaşa Mahallesi, 4047 Sokak'ta devam etti. Vatandaşların araya girmesiyle tartışma büyümeden önlendi. Ancak iddiaya göre, H. K. (27) ve M. K. (36) adlı kişiler ile beraberindekiler iki otomobil ile tekrar olay yerine geldi. Araçtan Kalaşnikof, pompalı tüfek ve tabancayla çıkan şahıslar, tartıştıkları kişilere ateş etmeye başladı. Olayda ağır yaralanan 3 kişi, Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi ile Yüreğir Başkent Üniversitesi Hastanesi'ne kaldırıldı. Yaralılardan Y. Ö. (37) ve H. O. (37) yapılan müdahaleye rağmen kurtarılamadı. B. A.'nın (36) tedavisinin ise sürdüğü belirtildi. Olayın ardından yaya olarak kaçan şüphelilerden H. K. (27) ve M. K. (36) polis tarafından yakalandı. Şahısların kullandığı Kalaşnikof ve pompalı tüfek Seyhan Nehri kıyısında bulundu. Bu arada, mahallede toplanan ölenlerin yakınları, kaçan şahısların olay yerine geldiği 2 otomobili taş ve sopalarla hurdaya çevirdi.” (Anadolu Ajansı-24 Nisan 2017)
“Bir çay fabrikasında şoför olarak çalışan 27 yaşındaki İ. D., 10 Mart 2007’de eşi Nurgül, bir buçuk yaşındaki kızı Azra ve 22 yaşındaki kardeşi S. D.’la Sarıyer’de dolaşıyordu. İçinde B. Ke. ve A. A’un bulunduğu başka bir araç kendilerine yol vermeyince tartışma çıktı. Çıkan kavgada D., kendisini tartaklayan sanıklar tarafından denize atıldı. D., denizdeyken kardeşi S. da ağabeyini kurtarmak için suya daldı. Ancak iki kardeş de denizde yaşamını yitirdi.”
Trafikteki öfke ve asabiyetin acı ve ıstıraplı sonuçları, gerçekten insanlarımızın ruh hallerini yansıtmaktadır. Sabırlı ve tahammüllü olmak gibi güzel özellikler, yerlerini öfke ve intikama terk etmektedirler.
Yollarda karşılaşılan sabırsız haller çok olmakla birlikte, içimizi acıtan örnekler de bulunmaktadır. Yaşlı ve engelli yayaların karşıya geçmelerine fırsat ve izin vermek de, trafikteki bazı sürücülerin tahammülsüzlüklerine/ölçüsüz tepkilerine sebep olmaktadır. Yayalara kolaylık sağlayan vicdan ehli sürücüler, arkalarından gelen “vicdan” yoksunlarının protestolarına maruz kalmaktadır. Daha da ötesi, öfkeli tavır içerisinde hakaret ve el işaretleriyle taciz edilmektedir.
Yolculuktaki sabırsız eylemlerin benzerlerini, hastanelerde ve özellikle acil servislerde görmek mümkündür. Şifa merkezlerinin yoğun ve ağır ortamında, sabırdan mahrum öfke sahiplerinin, tabiplere ve görevlilere karşı yönelttikleri hiddet ve şiddet hiçbir şekilde izah edilememektedir.
Şâfi’nin şifasına sığınarak kadere rıza göstererek, asaletli takip ve uğraşlar, hastalar ve dolayısıyla şifa mekânlarının huzuru için güzellikler ve hayırlı sonuçlar getirecektir. Tabiplerin de hasta yakınlarına bilgi verme ve saygı göstermeleri, öfke ve sinirlerin ortaya çıkmasına fırsat vermeyecektir.
Ramazan aylarında oruç ve öfke, “kardeş ve arkadaş”tır. Şeytanın ve nefsin tahrik ettiği zihinler ve akıllar, benliğin hükümranlığına girerler ve sabrın bereketinden yararlanamazlar. İftara yakın saatler, öfkenin “patlama” zamanlarıdır. “Oruçlu olduğunu” unutanlar, enaniyetin ve nefsin “ateşlediği” sinir ataklarına maruz kalırlar. Ev dışında, Ramazan sofrasında yemek yerken, hizmet edenlerin kusurlarından dolayı öfkelenmek, huzuru bozmak, gönül kırmak “orucun” güzelliklerinden faydalanmamaktır.
Nihayetinden öfke “baldan tatlıdır.” Bu tadın lezzeti kısa olup, sindirimi zehirli kalıntılar bırakır. Dolayısıyla öfkenin bunaltısıyla bağırmak ve insanlara hakaret etmek, bir an için, kişiyi rahatlatsa da geride ağır hasarlara neden olmaktadır. Zira öfkeyle hareket eden rahatlayarak tepkisini ortaya koysa da, sonuçları itibariyle kaybedenler/hüsrana uğranlar cephesinin bir ferdine dönüşecektir.
Neticede hasarlı ve güç durumların insanı olmaktan başka seçeneği kalmayacaktır. Çok öfkelenerek “öfke topuklarına çıkmak”, tepkisel olarak başka öfkeleri doğurur. Öfkeyle bakışan ve konuşanlar, hayır dilini yitirirler; nefsin ve enaniyetin kurbanı olurlar. Öfkenin öfkeyi çektiği gibi, onun sonucu olan belalar da yeni musibetlere kapı aralar.
Hâsılı öfkelendirilsen de, öfkelenmemek esas olmalıdır. Öfkenin aklı yitirmesine engel olmak, daha doğrusu “deliye dönmemek” için, sabrın dinginliğine sığınmak tercih edilen durum olmalıdır. Kabaran öfkeler, düşünce ve fikir melekelerini işlevsiz bırakır. Öfkeye kapılmadan ve öfkeyi kabartmadan irade gücümüzü kullanarak merhametin rahminde sükûn/sükût bulmak gerekir.
Ali Ulvi Kurucu’nun dedesi iyilik ve hayır diyarının aziz insanı Hacı Veyis Efendi’nin erdem örnekleri, modern insan/Müslüman için çok hikmetler barındırmaktadır:
Kaldığı yerin bitişiğindeki ev boşalır ve oraya bir gazinocu taşınır. Bu eve sarhoşlar gelir, gürültüler olur, eğlence ve şamatalar olur. Sonunda Hacı Veyis bu durumdan rahatsızdır. O büyük insan gece düşünür ve şöyle der: Yarabbi, bu adam yarın beni sana şikâyet eder de, komşusu olduğum halde onu irşat etmediğimi söylerse ben ne cevap veririm… Bunun için eşinin komşu evin hanımıyla irtibat kurmasını söyler. Hanımı da bir tabak tulum peynir gönderir. Karşılığında komşu kadın da eve bir tabak kiraz getirir ve şöyle der: Biz çok üzgünüz, sizi rahatsız ediyoruz. Hacı Veyis’in eşi de, o kadına beyinin “Allah’ım, yarın bu komşu beni sana şikâyet edecek. Ben cahildim, bu hoca beni irşat etmedi, okutmadı; bana hakkı söylemedi” dediğini ve üzüldüğünü ona anlatmış. Kadın olanları kocasına anlatınca kocası “Bu ne hâl böyle? Biz neredeyiz, komşumuz nerde” diyerek o evden ayrılırlar.
Kendisine karşı yapılan olumsuzlukları bağışlamakta zorlanan modern insanın aksine Hacı Veyis, kimseye kin tutmaz ve nefret beslemez. 1932 yılında gerçekleşen olay, bunun en güzel kanıtlarından biridir.
Konya âlimlerinin davet edildiği bir yemekte, Hacı Veyis, her zamanki âdeti üzerine, sofrada dökülmüş ekmek kırıntılarını toplarken, dönemin en meşhur vaizi olan Aksekili Mehmed Efendi, ona karşı sert ve yüksek bir sesle bağırır: “Hacı Veyis Efendi! Bırakın canım, herkes döktüğü ekmeği kendi toplasın… Sofranın huzurunu kaçırıyorsun…”
Sofrada bulunanlar bu duruma çok üzülürler. Ama kimse bir şey söyleyemez. Birkaç gün geçtikten sonra, kendilerine gelen yoğurdu gören Hacı Veyis, hanıma: “…bir çıkıya bağlasan da, Aksekili Hoca’yı gücendirdik, götürsem de barışsam hocayla…” der. Aksekili Hoca’nın kendilerine yakın olan evinin kapısını çalar ve ona şöyle der: “Efendim, komşulardan yoğurt gelmiş. Boğazımdan geçmedi. Size getirdim onu…” Bunu söyler söylemez Aksekili Hoca coşar ve gözyaşları içerisinde: “ Hacı Veyis Efendi, sen beni her şeyde geçtin; nedir bu kemâlât yâhu! Nedir bu ahlâk-ı Peygamberî… Üç gündür ben uykuyu kaybettim. Hacı Veyis Efendi, ben huysuz bir insan oldum.” Sonunda birbirlerinin ellerini öpmek isterler, sarılırlar ve ağlaşırlar… (Ertuğrul Düzdağ, Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar-1, 108-111)
Gözü hiçbir şeyi görmeden kızan ve sinirlenen kişinin, bunu alışkanlık haline getirerek kendisine ait bir karaktere dönüştürme riski bulunmaktadır. Sürekli kızan ve hiçbir şeyden memnun olmayanlar, “umutsuz” insanlardır. Onları hiçbir eylem, iyilik ve güzellik memnun etmez. Mutluluk, onlar için lükstür, fazlalıktır. Zira öfke, sinir ve memnuniyetsizlik, bu kişiler için bir karakter haline dönüşmüştür. Dolayısıyla ta ki, onlar kendilerini düzeltinceye kadar, onlar için bir umut yoktur.
Sabrın zenginliğine sahip olanlar, öfkenin düşmanıdırlar. Ancak unutulmamalıdır ki, gerektiği ölçüde gösterilen tepkiler, sahibi için hayırlara vesile olur. Aksi takdirde zarar ve hasarlar zuhur eder.
İstenilen sonuç, öfke sahibinin yakın çevresine zarar vermeden şerrin girdabından kurtulmasıdır. Nihayetinde yaptıkları, kişinin fizikî ve ruhî hallerini etkiler. Öfkenin hararetini, hayra kalbederek bereketlendirmek gerekir. Ani öfke ve sinir hallerini, sabrın suyuyla soğutma ve dindirme yolu her daim mevcuttur.
Öfke ve sevinç anlarında denge içinde olmak, hakikatin gereğidir. Onun için bilge bir söz (Çin atasözü olduğu söylenir) der ki;
“Sevinçli halinde hiç kimseye vaatte bulunma, öfkeli anında kimseye cevap verme.”